Hamburger
Yağmuru (Cloudy with a Chance of Meatballs) isimli animasyon filmi,
üretebildiği tek şey sardalya olan, ancak kimse sardalya satın
almak istemediği için ticaret yapamayan, bu sebeple de günde üç
öğün kendi ürettiği sardalyayı yemek zorunda kalmış bir ada
halkını konu edinir. Aynı zamanda animasyonun baş karakteri de
olan adanın başarısız mucidi nihayet bir makina icat eder, bu
makina hiç bir hammaddeye ihtiyaç duymadan herhangi bir yiyeceği,
havadan topladığı molekülleri bir araya getirerek
üretebilmektedir. Yapmanız gereken tek şey makinadan hamburger
istemektir ve birkaç dakika sonra gökyüzünden hamburger yağmaya
başlar.
Bu
animasyon filmindeki makina, tam da kapitalizmin üretim konusundaki
fantezinin tıpkısıdır. Kapitalist düzende yemeklerimiz elbette
süpermarketlerden gelmektedir, hatta artık tek yapmamız gereken
bilgisayar ekranından istediğimiz yemeği tıklayıp kredi kartı
bilgilerimizi girmemizdir ve yarım saat sonra kapı zilimiz çalar.
Yemek hazır! Böylece üretim ilişkileri giderek belirsizleşirken,
sömürü ideolojinin kat kat tül perdeleri arkasına gizlenir.
Üzerinde et, süt, yumurta gibi etiketler yapıştırılmış,
içerdiği vitamin ve mineral oranlarının gösterildiği tablo ile
medikalize ve hijyenize edilmiş bu 'yiyecek'ler artık tamamıyla
meta halini almıştır. Üzerlerinde kalitelerini gösteren marka
logoları bulunur. Yani tek değerleri fiyat etiketleri, yani değişim
değerleridir.
Bütün
bu etiketlerin gerisindeki üretim süreci ise göz önünden
kaldırılmış, tamamen görünmez hale getirilmiştir. Yiyecek
olarak etiketlenen bu maddelerin bir zamanlar yaşayan bir canlının
organları ya da bebeğini beslemek üzere ürettiği sütü veya
yeni doğacak yavrularını barındıran yumurtaları olduğu bahis
konusu bile olmaktan çıkmıştır. (Hatta öyle ki birileri
'yumurta fırlatmayı' demokratik ifade aracı zannetmeye
başlamıştır.)
Belki
tam da bu yüzden kurban bayramı geldiğinde, beyaz gazetelerin köşe
yazarları isyan ederler. Yol kenarlarında ve apartman aralarında
hayvan kesen 'halkımızın' görgüsüzlüğünden dem vurarak
belediyelerin bu işe bir an önce el atıp 'modern' yöntemleri
teşvik etmesi gerektiğini bıkmadan anlatırlar. Bu esnada
televizyonlarda bir takım psikologlar belirir ve çocukların hayvan
kesilen yerlerden kesinlikle uzak tutulmaları aksi takdirde
psikolojilerinde onarılamaz hasarlar oluşabileceğini iştahla
anlatırlar. Ne var ki; boğaz sularının nasıl kızıla
döndüğünden utançla bahseden bu insanların çok azı
vejetaryendir veya olmayı düşünür. İtiraz asla hayvanların
öldürülmesine değildir, itiraz bu öldürmelerin görünür hale
gelmesinedir. Hayvanlar, medeni bir şekilde, kapalı kapılar
ardında gizlice öldürülmeli ve mümkünse sofraya, şık paketler
içinde hamburger, sosis, sucuk, jelibon, çocuk menüsü olarak gelmelidir.
Hayatının büyük bölümünü kentte geçiren insanların, şehir dışına çıkmadıkça koyun, koç veya dana görme şansları pek bulunmaz. Müslümanların çoğunlukta bulunduğu kentlerde ise kurban bayramı, bu hayvanlarla karşılaşmayı, seslerini duymayı, kokularını almayı mümkün hatta zorunlu hale getirir. Aynı zamanda hayvandan ete dönüşmeleri de, yani öldürülmeleri de görünür hale gelir. Son yıllarda kamusal alanın dışına taşınmaya çalışılsa da hatta araya mesafe koyup süpermarketlerden bu işi "kansız" biçimde halledebilme şansı olsa da en azından bayramın ilk gününe kadar hayvan pazarlarını gözden kaçırmak çok kolay değildir.
Bu sebeple olsa gerek, normalde çok rahat et yiyen ancak kurban etine ağzını süremeyen pek çok kişi olduğunu biliyorum. Kurban bayramına yönelik, vejetaryen olmayan kesimde bu tarz bir tepki oluştuğunu gözlemliyorum. Bu tepki hayvanların öldürülmesine yönelik bir tepki olsaydı, çok daha büyük bir kitlenin vejetaryenliği ve veganlığı tercih etmesi ve savunması gerekirdi. (Örneğin, "Kurbana Hayır Bayrama Evet" grubu, veganlığı savunuyordu ve sayıları iki elin parmaklarını maalesef geçemiyordu.) O halde tepki hayvanların öldürülmesine değil, öldürüldüklerini görüyor olmaya, üç maymundan 'görmedim'i oynamaya devam edememeye.
Hayatının büyük bölümünü kentte geçiren insanların, şehir dışına çıkmadıkça koyun, koç veya dana görme şansları pek bulunmaz. Müslümanların çoğunlukta bulunduğu kentlerde ise kurban bayramı, bu hayvanlarla karşılaşmayı, seslerini duymayı, kokularını almayı mümkün hatta zorunlu hale getirir. Aynı zamanda hayvandan ete dönüşmeleri de, yani öldürülmeleri de görünür hale gelir. Son yıllarda kamusal alanın dışına taşınmaya çalışılsa da hatta araya mesafe koyup süpermarketlerden bu işi "kansız" biçimde halledebilme şansı olsa da en azından bayramın ilk gününe kadar hayvan pazarlarını gözden kaçırmak çok kolay değildir.
Bu sebeple olsa gerek, normalde çok rahat et yiyen ancak kurban etine ağzını süremeyen pek çok kişi olduğunu biliyorum. Kurban bayramına yönelik, vejetaryen olmayan kesimde bu tarz bir tepki oluştuğunu gözlemliyorum. Bu tepki hayvanların öldürülmesine yönelik bir tepki olsaydı, çok daha büyük bir kitlenin vejetaryenliği ve veganlığı tercih etmesi ve savunması gerekirdi. (Örneğin, "Kurbana Hayır Bayrama Evet" grubu, veganlığı savunuyordu ve sayıları iki elin parmaklarını maalesef geçemiyordu.) O halde tepki hayvanların öldürülmesine değil, öldürüldüklerini görüyor olmaya, üç maymundan 'görmedim'i oynamaya devam edememeye.
![]() |
(Onları uzun bir yaşam beklemiyor) |
Üretim İlişkilerinin İfşası
Daha da ötesi, bu tepki yalnızca öldürülen hayvan görmeye yönelik bir tepki değil,
kapitalist üretim ilişkilerinin ifşasına yönelik de bir
tepki bence. Zira, aynı beyaz yazarların, önlerindeki bilgisayarların
Uzakdoğu'nun neresinde hangi şartlarda üretildiğine hiç kafa
yormadan ve bu bilgisayarlarda kullanılan madenleri çıkaran maden
işçisinden tutun da, parçaları montajlayan sanayi işçisine
kadar sayısız emekçiye karşı hiçbir sorumluluk hissetmeden
artık günümüzde işçi sınıfının ortadan kalktığını
yazmaları işten bile değildir. (Ne yazık ki, günümüzde pek çok
yazar, ancak işten çıkartıldıklarında işçi olduklarının
bilincine varıyor!)
Ortadoğuda
yaşanan devrimlerin haksız bir biçimde teknolojiye ve sosyal
medyaya atfedilmesi de, kısa sürede işlevsizleşen ve yeni
modellere geçişin hızla teşvik edildiği ürünlere dayanan bu pazarın büyük oranda Uzakdoğu'da konumlanmış ucuz iş gücü
sömürüsüne dayanıyor olmasını görünmez kılıyor. Bu durum, yaşanan bir sel
felaketi sonucu halkının ve işçilerin yerine harddisk
fabrikalarını kurtarmaya öncelik veren Sri Lanka hükümeti
sayesinde daha da görünür hale geldi. Öte yandan teknoloji
üretiminde (cep telefonları, laptoplar, tabletler vs.) kullanılan
madenlerin büyük bir kısmının gelmekte olduğu Demokratik Kongo
Cumhuriyeti'nin doğusunda bulunan maden yataklarının çevresinde
yaşanan bitmek bilmez savaşlar ve iç savaşlar asla görünür
olamayacak. Zira görünür olması, bütün bu parıltılı dünyanın
sonu demek olur.
![]() |
Apple'a da üretim yapan Çin'deki Faxcoon fabrikasında 2010 yılından bu yana 18 işçi intihar girişiminde bulundu ve 14'ü yaşamını kaybetti. Faxcoon'da günlük çalışma süresinin 16 saate vardığı söyleniyor. (bkz. Ali Baydaş, "iPhone'unuzdan kan damlıyor") |
Hamburger
Yağmuru filminde, başta insanları çok mutlu eden icat, bir süre
onların aç gözlülüğü sonucu felaketlere yol açmaya
başlayacaktır. Kapitalist üretim biçiminin sakladığı hayvan
cinayetleri de, tıpkı uygun biçimde gömülmemiş ölülerin
hayaletlerinin geri dönüşü gibi belli aralıklarla görünür
hale gelir. Bunun örneklerini, bütün dünyayı korkuya sevk eden
deli dana, kuş gribi gibi vakalarda hep beraber izledik. İnsanlar
nihayet, sofralarına gelen yemeklerin, hasta olabilen canlıların
organları olduğunu görmezden gelememeye başladı. Öte yandan, "medeni" kapitalizm bu sorunları da toplu imhalarla çözme yoluna
gitti ve gidiyor.
Sorunları
çözmek yerine semptomları ortadan kaldırmayı öncelik sayan
medeniyetimiz, ekonomik krizle nasıl başa çıkıyorsa, bu tarz
krizlerle de böyle başa çıkıyor. Oysa bu semptomların arkasında
yatan asıl sorun tam da kapitalizmin üstünü örttüğü, görünmez
hale getirmeye çalıştığı yerlerde yatıyor; dolayısıyla
sorunların çözümleri de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder